Mehmet Necati Simavi

Muhanımed Necati Simavî (k.s.), Hicrî 1275 - Milâdî 1859 yılında Kütahya'nın batısındaki Simav denilen güzel bir ilçenin Hisarbey köyünde, dünyaya teşrif buyurmuştur. Hicrî 1376 - Milâdî 1957 yılı, eylül ayının on sekizinci cuma gecesi, Bursa'nın Yenişehir ilçesi Terziler köyünde, doksan sekiz yaşında iken, irtihâl-i dâri beka eylemiştir. Annesinin adı Hatice, erkek kardeşi Kadir bey, kızı Fatma Hatimer hanım, onun da kızı Asiye hanımdır.
Silsile-i Saadât'ın otuz sekizinci altın halkası ve Şeyh Şerâfeddin hz. 'nin seçkin halifesi olan bu mübârek zâtın, bedeni zayıf, boyu uzun, rengi buğday, sakal-ı şerifi beyaz ve seyrek, gözleri siyah, sesi orta ve yumuşak, gayet tatlı idi.
Bu büyük insan, doksan sekiz yıllık ömrünü, ilim ve irfan yolunda tebliğ ve irşâd hizmetinde, bizâtihi yaşayarak geçirmiştir. O gün için gereken medrese tahsilini ikmal ettikten sonra, muhtelif medreselerde müderrislik ve bazı müftülüklerde bulunmuştur. Daha sonra yukarıda bahsettiğimiz, mütevâzi Terziler köyüne yerleşmiştir. Ömrünün sonuna kadar, orada imâmetlik vazife­sini deruhte ederek manevî hizmetine devam etmiştir. Mübârek kabr-i şerifi o köyde, el'ân ziyaretgâhdır.
Muhammed Necati hz., Mürşîd-i âlîleri Muhammed Medenî hz.'den ilk ders olarak, yirmi dört saatte bir adet' 'Lâfza-i Celâl'' zikri ile vazifelendirilmiş­im Daha sonra Üstâzı Muhammed Medenî hz. kendisini, Şerâfeddin Zeynel Âbidin hz.'ne teslim etmiştir. Muhammed Necati hz. Şeyh Şerâfeddin hz. tarafından-kendisine Makam-ı Kudbiyyet tevcih edilmek üzere-davet edildi­ğinde, Güney köyüne gidişini şöyle nakletmiştir:
- "Güzel bir hazırlıktan sonra, İznik tarîkiyle Güney köyüne gitmek
üzere yola çıktım. İznik'te vasıta beklerken, yanıma bir zât geldi; selâm verdi
ve nereye gideceğimi sordu. Güney köyündeki üstâzımı ziyaret için, yola
çıktığımı öğrenince:
- Burada Eşrefi Rumî hz. var. Onu çiğneyip, nereye gidiyorsun? Gel, onu
birlikte ziyaret edelim. Sonra git gideceğin yere, dedi.
Ben kendisine münasip bir lisan ile, köyden Üstâzımı ziyaret kasdı ile çıktığımı, doğrudan oraya gitmek istediğimi, nasip olursa dönüşte o ziyareti de yapabileceğimi anlattım. Ben sanki hiç bir şey söylememişim gibi, önce
söylediği sözleri tekrar etti ve yaptığım hareketin edep dışı olduğunu biraz sert bir dille tenkit edip, beni tekrar ziyarete zorladı. Benden yine red cevabı alınca, kendisinin "Hızır" olduğunu, bu ziyaretin behemehal yapılması gerektiğini ısrarla istedi ve samimi bir şekilde koluma girerek, götürmek istedi. Ben yine münasip bir lisanla, lâkin bu sefer kesin olarak:
- Değil Hızır, kim gelirse gelsin, yolumdan döndüremiyeceğini ve bu işte
daha fazla ısrar etmemesini, rica ettim ve "İnnemel âmâl binniyyef hadîsi
şerifini hatırlattım.
Sonra gözden kayboldu. Güney köyü kavşağına geldiğimde; Üstâzım'ın beni sekiz, on evlâdı ile, bir de boş bir at yollamak suretiyle karşılattığını gördüm. Sevindim, mesrur oldum. Huzurlarına vardığımda; bu son vazife-i kudsîyye için, böyle bir imtihanın gerekli olduğunu bildirdikten sonra:
- Allah'a şükürler olsun! Bu imtihandan-istediğim gibi-Allah ve Resû-
l'ünün ve şurada bulunan bütün ricâlullah'ın hoşnut olacağı bir şekilde geçtin,
buyurdular."
Şimdi, Mehmed Necati hz.'nin yanında iken şahit olduğumuz ve ihvân­ından duyduğumuz, kısa olaylardan bir kaç örnek vermek istiyoruz:
Bir gün bir hoca efendi, arkadaşı olan başka bir hoca efendinin çok sigara içtiğinden, uzun uzun şikâyet eder.
Hazret:
- Sigara içenin dumanı bir metre çıkar; seninkisi gökleri buldu diyerek,
o kimsenin gıybetten vazgeçmesine işaret buyurur.
Mehmet Necati hz. köyüne ziyarete gelenleri, yedirip içirmeden gönder­mek istemezdi. Uzaktan gelen bir kafileyi, sabah çorbasını içmeden bırakma­yınca misafirler:
Hazret! Otobüs yoldan altı buçukta geçecek. Ancak yetişiriz, dedik­lerinde:
Bu gün de sekizde geçsin, buyurur.
Misafirler karınlarını doyurduktan sonra yola çıkarlar. Saatin sekize yakın olduğu bir zamanda ancak caddeye inebilirler. Otobüs de karşıdan görünür. Bu gibi hadiselere, pek çok kimse şahit olmuştur.
Yine bir yaz günü, öğle vakti köye, bir kaç milletvekili ziyarete gelir. "Buraya kadar gelmişken, hoca efendiyi de ziyaret edelim, duâsını alalım" diyerek, evine giderler. Mehmet Necati hz. hemen harmanda bulunan bir kaç evlâdını çağırtıp, bir öğle sofrası hazırlatır ve yemeğe otururlar. Yüzleri ter içinde, âdeta suratları görünmez bir hâl almış olan köylülerin terleri, sofradaki yemeklere damlar. Milletvekilleri bu durumdan tiksinmiş olacaklar ki, Mehmet Necati hz.:
- Efendiler! Siz bunların bu hâllerine bakmayın; bunların hâli köprü
başında belli olur. Onlar karşı tarafa geçiverirler de, siz bu yanda kalakalırsınız,
buyurarak milletvekillerinin fikirlerini düzeltmelerine yardımcı olur.
Mehmed Necati hz.'nin "Makinacı Ali" isminde bir evlâdı, Suriye'ye geçmek için, hududa kadar gider. İmkânı olmadığı için pasaport çıkaramaz. Bu sebepten yakalanıp karakola götürülür. Kendisini casus suçu ile ithâm ederler. Her ne kadar, hakikati anlatırsa da kabul ettiremez. Doğruyu söyletmek için falakaya yatırırlar. Tam dayak atılacağı sırada, üstâzını imdada çağırır. Üstâz, âsasını Terziler köyünden uzattığı gibi, o anda dövecek olan kimseye vurduğu bir olur. Ali'nin yerine yıkılıp giden o kimseyi, koma halinde hastaneye kaldırırlar. Ali'yi de geri çevirip:
- Hadi memleketine, bir daha böyle bir şey yapma! diyerek, salıverirler.
Hazretimizin' 'Bu hadiseyi anlatma!'' tenbihini unutarak, yeminle bera­ber, Hazret'in elindeki bastonun, kendisini dövecek olan kimsenin beline indiğini anlatmıştır. (*)
Bir gün kendisine:
- Kıptiye selâm vermek, câiz midir? diye sorarlar.
Cevâben:
- Namaz kılmayan kıptidir, demek suretiyle, İslâmiyetin bizleri her türlü
tefrikadan uzak durmaya davet ettiğini ve "Her şeyin bir alâmeti vardır.
Müslümanlığın alâmeti de namazdır*' hadîsi şerifinin gereği gibi düşünülüp,
yapılması icap ettiğini özlü ve kesin bir ifade ile duyurur.
Mehmed Necati hz. Bursa'da Muradiye Medresesi Müderrisi iken, Reis-ül Müderris olan Ali Osman Efendi isminde-kendisinden on, on beş yaş daha yaşlı bir zât-bir gün Câmi-i Kebir'de (Ulu Cami) iken, Hazret'in yanına yaklaşıp intisâb etmek ister. Hazret:
Ali Osman Efendi! Sana ders yok, der. Ali Osman Efendi:
Niçin? diye sorunca, Hazret:
Ali Osman Efendi, bu büyük makamdan nice arslanlar gelip geçti. Sen bu yaşına kadar, bunlardan birinin eteğine yapışmadın da şimdi Simavh'ya mı kaldın? Sana ders yok! demesi üzerine; gerek yaşından, gerek reis-ül müderris­liğinden, gerekse teklifsizliğinden ötürü olacak, Hazret'in böğrünü dürterek kendisinden vazife almadan, oradan kalkmayacağını söyler ve zorla emâneti alır.
Aynı zât bir gün, Muradiye medresesine gitmiş ve üstâzından, dağ yolundan Câmi-i Kebir'e birlikte gitmek için ricada bulunmuş. Hazret te kabul etmiş ve yola çıkmışlar. Ali Osman Efendi'nin gayesi, bir mesire yeri gibi olan
(*) Bu hadiseyi Makinacı Ali'nin kendi ağzından, bendeniz de dinledim. H.B.
Pınarbaşı çayhanesinde, üstâzına bir çay ziyâfeti çekmek imiş. Oraya vardık­larında Ali Osman Efendi, çaycıyı çağırmış, yere bir hasır yaydırmış ve taze bir dem yapmasını söylemiş. Zahirde Ali Osman Efendi Bursa'nın direği, bâtınen de Hazret'in çömezi olmak üzere; üstâz ve talebe hasırın üzerine bağdaş kurup oturmuşlar. Bu arada, Memleket Hastanesinden Pınarbaşı kabristanlığına bir cenaze getirip defnetmişler. Bunu gören Ali Osman Efendi:
Simav'lı! Ben böyle istemem ha! demiş. Hazret:
Ne istemezsin? diyerek, meselenin açıklığa kavuşmasını istemiş. Ali Osman Efendi:

Canım, böyle bin kişinin girdiği yere girmem, diyorum. Benim gireceğim yer, temiz olmalı! deyince, Hazret:
Ali Osman Efendi! Şehirde ölecek olursan, gireceğin yer burasıdır. Meğer ki, bir köyde ölesin. Orada temiz bir yer bulabilirsin. Hem ben seni, bayağı büyük bir hoca bilirdim; nedir senin bu yanlış fikrin? Şayet sen Allahü Teâlâ'ya kul, Habibi'ne ümmet olarak ölürsen; meşatlığa gömseler, seni orada bırakmazlar, temiz bir yere koyarlar. Ama mü'min olarak göçmeyeni, kazârâ peygamberimizin türbesine koysalar; orada tutmazlar, lâyık olduğu yere atarlar, buyurmuş.
Hazret'in işaret ettiği gibi; Ali Osman Efendi bu sözlerden on altı sene sonra, Bursa'nın bir dağ köyü olan Hüseyinalan Köyüne gezmeye gittiğinde, orada irtihâl-i dâri beka eylemiştir. Hazret bu hadiseyi, AH Osman Efendi'nin talebesi olan bir hoca efendiye naklederken dinledim. O hoca efendinin de nasibdâr olması için, bu kıssayı açtığını anladım. Hoca efendi bu hadiseyi dinledikten sonra ' 'El mer 'u me 'a men ehabbe - Kişi sevdiği ile beraberdir'' hadîs-i şerifini okudu ve onları sevdiğini söyledi. Hazret, onun yüzüne bir tokat vurduktan sonra:
- Nasıl sevmek, lâfla mı? Hangi adımını onlara uydurdun, hangi hâlini
onlara benzettin de "seviyorum" diyorsun? dedi.
Bu sözlerle en büyük irşâd vazifesini yaptıkları halde, hoca efendi yine bir şey anlamadı.
Hac mevsiminde, hüccâcın yorgunlukları sebebiyle yapmış oldukları bazı edebe mugayir halleri soran bir evlâdına Mehmet Necati hz.:
Onlar büyük insanlardır, dedi. Suâl sahibi:
Hepsi mi büyük, Hazret? demesi üzerine:
Evet, hepsi büyük! buyurdular.
Hasta halinde iken yapmış olduğum bir ziyarette, şöyle buyurdular:
- "Oğlum, tedbirde kusur etme! Pek çok büyükler tedbirlerinde kusur
ettiklerinden, varacakları yere ulaşamadılar. Büyüklere Bursa gibi taş atarlar,
sabretmek lâzımdır."
İrtihâllerinden sonra ihvanının, mezar taşlarına hâk'ettiği şu veciz sözler, Muhammed Necati hz. nin büyüklüğünü, bir nebze olsun aksettirmektedir:
Kabrinin başucu taşının dış yüzünde, yükseldiği mübârek ve âlî makam­lar şu şekilde kaydedilmiştir:
"Hayyullahi Ebedî Kutb-ül Aktâb Gavsül Encap Muz'hirül Envârinne-beviyye Mehbitül Esrâr-il İlâhiyye Sâhibu Dairet-ül İrşâdiye Zinetül Ehlil Felâhiye Minel İbâd Bedrüssâlikinel'etkiya Bahçet-üzzakirin-es suleha.
Ya Hazreti Şeyh Muhammed Necati-i Simâvî Yesseranallahu Bi Şefâti-hil Veli (Âmin)
Bi Hürmeti Men'erseltehu Rahmetenlil âlemin. El Fatiha."
Başucu taşının iç yazısı:
"Hüvelbâki Lâilâheillallah Muhammedürresûlullah. Tarîki Nakşibendi-ye-i Hâlidiyye'den El Hâc Gavs-ül Âzam Esseyyidi Muhammed Necati Si­mâvî, Bursa Dârül muallimin Yeşil ve Muradiye medreseler müderrisliği ile bazı müftülüklerden sonra, mânevî irşâd hayatını doksan sekiz yaşında Terziler köyünde ikmâl etmiştir."
Velâdeti: 1859
İrtihâli: 1957
Ayakucu taşının iç yazısı:
"Methine kâfi gelmez
Bu zemin-i zaman
Sana ağlıyor mülk ve cihân-ı asumân
Hasretine dayanamaz cinnî ve insan
Devam edecektir mahşere dek ardından figân
Temsil ettin elindeki âsâ ile Musa'yı
Ölüleri diriltmekte Hazret-i İsa'yı
Ey Muhterem Üstâz'ımız Simavî!
Eyle himmet bu âciz kemteri ednâya
Tut elimden teslim et Habîb-i Hûda'ya"
Ayakucu taşının dış yazısı:
"Ey zâhir! Ziyaret eyle kabr-i Muhammed Necati-i Simavî'yi
Memnun etmiş olursun Muhammed Mustafa'yı"
Rahmetullahi aleyh rahmeten vâsia.